Cuma, Ağustos 31, 2012

Der Baader Meinhof Komplex -Anarşi Üzerine Ultra Mükemmel ve Bombastik Film-

1967'den 1977'ye Alman tarihini gerek muhteşem kurgusu ve oyunculuğuyla olsun gerekse tv'de gösterdiği tarihi olaylarla zenginleştirip anlatan mükemmel bi filmdi.
Hakkında çok şey yazardım ama gerek yok.

İçimdeki anarşist gözlerini ayırmadı ekrandan.
Ve Güzel ve yalnız ülkem şasldkaşsld sana söyleyeceklerim ;
Almanya'nın 1967'deki halisin, bu gidişle de bir 40 yıl daha geri gidersin, böylece bizim de sakal bırakıp kaleşnikoflarla insan avına çıktığımız zamanlara ışınlanmış oluruz. Bunlar kötü şeyler, olmaması içinse elden bir şey gelmeli Amerika denen ilginç ülkenin ve destekçilerinin kurduğu tuzakları görmeyen veya görmezden gelen bazı büyüklerimiz-anne,baba,dayı,hala...vb-'i uyarmakla başlayabiliriz bence, dikkat edin de sizi ısırmayan yılan 1000 yaşarken dötünüzü yakalamasın.

----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Yukarıdaki yazı biraz gergin olabilir, şöyle ki;
Kazanmış olmam hiçbir şey ifade etmiyor şimdilik, sadece biraz daha fakir hissediyorum, bu da deli ediyor, sıkıntılar üst üste gelip geçerken- stop bunu anlatmama gerek yok
Pazar günü yolculuk var Mersin'e, tantuni yemeği düşünmüyorum
Forum dedikleri AVM dedikleri, benim için sadece klimalı alandır, bu şekilde işime yarayabilir
Şimdiden Voltran kurdum gibi gözüküyor, 3 kişiyiz. Böyle yazınca garip oldu ama kafa dengi 2 kişi buldum! Nasıl buldun? Nerde buldun? gibi soruların cevabı; feysbüük fesbüük görür görm...
Bugünden bahsedecek olursam; -Tarihi olaylar olduğu için anlatıyorum
-Bankaya gittim ilk olarak, Facebooktan tanıştığım arkadaş da aradı sabah "Banka öğrenci kimlik ücretini görmedi" diye, allah allah nasıl olur demeden kendimi bankada buldum zaten. İçerisi Araf'ta kalmışlarla doluydu, neyseki metroda istiflenmiş Çinli kıvamında sıkıştım ben de kuyruğun en arka kısmına, hafif gerginlikler olmadı değil, ben yapmadım! Banka hesabım var artık, bir de banka kartım olacak sanırım-istemedim-, ikamet, sicil kaydı, derken bütün kağıdımsıları topladım. Dershaneye gitmiştim bundan önce, birkaç kağıt da orda yazdırdım, allah beni kahretmesin ki çok tutumluyum, internet kafede sürünüp paramla rezil olacağıma dershaneyi sömürdüm. İyi de oldu, ehe! Böylece bütün bir günüm rezil oldu, manyak bi gündü anlayacağın.
Film konusuna gelecek olursam ; Alaman Tarihi çok hoşuma gidiyor, ne biliyim bilinçli insanların bilinçsiz hareketleri sonucu -bilinçsiz hareketten kasıt da istemsiz gerçekleşen eylemler...- çok hakim değilim. Hoşuma gidiyor tarihi filmlerle görüp yaşamak, yoksa %100 selülozdur ve 1. kalite hamur ibaresi bulunan aletlerin canları cehenneme, sevemedim kitaptan tarih ezberlemeyi.
Film de izleyemiyorum, keyifsizim sanırım ya da değilim, keyifliyim yeterince ama para yok, burs da çıkar mı çıkmaz mı allaha kalmış-devlete kalmış- sağlık sigortam yok, tapumuz yok, anlayacağın bir üstümde giydiklerim var. Burs'a ihtiyacım var ama nerelere başvuracağım hakkında en ufak fikrim yok, yardımcı olabilene de teşekkürü borç bilirim hani, yapacak bişey yok, eğitim 1. öğretime parasız oldu ben de 1. öğretimim ama gel gör ki eğitim sadece bunlarla sınırlı olmuyor, yol param da çok değil hani ama para sonuçta, ebemden çıkmıyor hani.
Çok dertliyim,
Çav bella! 

Perşembe, Ağustos 30, 2012

Geçmişten Gelen -Müzik-



Bir zamanlar Facebook'ta paylaştığım, arkadaşlarımla oturup yemek yediğim bir kafede dinlemişim.

Pazar, Ağustos 26, 2012

Children Who Chase Lost Voices from Deep Below -Dokunaklı ve bir o kadar mükemmel Film-

Miyazaki ustadan sonra izlediğim en fantastik, en lirik, en mükemmel, en macera ve mistik olaylar kokan animeydi.
Makoto-Sensei, mükemmel ötesi bir filmdi, 5 centimeters per second izleyemeyince bulabildiğim tek filmi izledim.
Konusundan biraz bahsedeyim;
Asuna adındaki genç kız, çok çalışkan ve inanılmaz zeki biri. Hayatın yükünü sırtlanmış babasının ölümünden sonra; evi çekip çeviriyor annesinin hastanedeki yoğun iş temposundan dolayı. Kendisine ayırdığı zamanlarda ise kendi yaptığı radyosuyla yüksek bir tepeye çıkıp müzik dinliyor. Yine o müzik dinlemek için gittiği zamanlardan birinde ise Shun adındaki çocukla tanışacaktır, Agartha'dan gelen bu genç, Asuna'yı inanılmaz bir yolculuğa çıkaracaktır.
Hikayenin temelinde iki insan var Asuna ve Morisaki, bu iki kişi kaybettikleri insanları hayata geri döndüreceklerine inandıkları Agartha'ya doğru yola çıkarlar. Agartha inanılmaz mistik ve bir o kadar da zorlu maceralarla dolu bir yer. Garip yaratıklar, tanrılar, kapıyı koruyan Quetzalcoatl'lar ve diğer mitolojik yaratıklar.
Miyazaki'den sonra Japon mitolojisini bu kadar güzel işleyen bir film izlememiştim, Mushi-shi hariç ki onun dizi olmasından dolayı ayrı tutuyorum.
Mükemmel manzaralar ve fantastik olaylar eşliğinde harika bir yolculuğa çıkmak isterseniz adres bu filmden başkası değil. Makoto Shinkai, Miyazaki-sensei'den sonra hayran kalacağım birini bekliyordum, iyi ki de izlemişim.
Filmi bulamazsanız buralardayım.
Kendime not: Kaybedeceklerini geri getirmeyi düşünmek yerine daha mutlu olmak için uğraş. 





Mesrine : L'ennemi Public No1 -Prison Break sevenler sever-

Mesrine: L'instinct de Mort'a benzerlik gösteren, ne bekliyordun devam filmi sonuçta fakat karakterler farklıydı, Mesrine sürekli yalnız kalıyordu. Aşkları, arkadaşları, dostları dahi terk ediyordu onu. Bu filmde de pek farklı bir şey görmeyeceksiniz, devamını merak ettiğim için izledim ama aksiyon dozu hakkında bir kaç tüyo verecek olursam, bombastik! Bu yeterli sanırım. İlk filme göre çok daha az sevişme, çok daha kaliteli çatışmalar yaşattı bu film. Beğendim, sonunu bildiğim halde ki ilk sahnelerde gösteriliyor zaten, saçma olduğunu düşünme öyle bir bağlanıyorsun ki filme, gerisini sen düşün.
Kendime not: Bir işe başlayacaksan eğer; sonunu ve niçin yaptığını sorgula, kendini sorgulamayıp egoyla beslenirsen sonun pek hayırlı olmayacağı kesin.
Filmde mesaj falan yoktu varsa da bana denk gelmedi, ben şahsen kafa dağıtmak ve biraz kan görmek için izledim.
Bankadan ve milyonerlerden çalan Mesrine'in çaldığı parayla lükse düşkün bir adam haline gelmesi içleracısıydı, Charyl adlı arkadaş bunu tokat gibi çarptı. Ben olsam ben de BMW 528i alırdım, şaka bir yana filmde gerçek olana güzel göndermeler yapılmış, adamın iyi-kötü adamı oynaması da cabası, denge mükemmel kurulmuş. Bir yandan taraf tutarken bir yandan tu kaka derken buluyorsunuz kendinizi.


Mesrine'in mahkemeyle dalga geçtiği sahne çok güzeldi.
Bir de yaşlı kalantoru kaçırdığı sahne.
Bu ikisi haricinde, hapishaneden kaçmalar, sevişmeler, alkol, romantizm, aksiyon, kan, silahlar...
Cecile mi Ludivine mi? -Ludivine gözlerine kurban, boncuk boncuk, kedi cınını nıhıhıh

Cumartesi, Ağustos 25, 2012

Mesrine : L'instinct de mort -Scarface'i andıran Gangster Filmi-

Ok biraz da Mesrine'den bahsedelim, kesinlikle tembelin tekiyim ve asıl adamımız olan Jaques Mesrine'in gerçek hikayesinden alınan bu film hakkında pek araştırma yapmadım, tek bildiğim Vincent Cassel'in iyi bir oyuncu olduğu.
Filme gelecek olursam, Fransız yapımı Scarface izliyormuş gibi hissettim. Doz aynı, şiddet de. Burda farklı olan Mesrine'in aşkları; adamın çocuğu bile oluyor ki gangster adamsın be Mesrine, bebelere yazık, kadınına yazık.
Mesrine kesinlikle kötü bir adam, şu konularda; kötü eş, kötü baba, hırsız, katil...
Mesrine kesinlikle iyi bir adam, şu konularda; pezevenklere ve ikiyüzlülere tahammülü yok, dürüst ve kesinlikle aşk adamı.
Adamsın be Mesrine, gözüme girdin o 3 maddeyle, bu arada bahsi geçen karakter gerçekte yaşamış olduğu için ben sadece filmi irdeliyorum ki burda kimsenin hayatını taciz etmiş gibi görünmek istemem.
Mesrine'in başına kötü şeyler geliyor hep, işini babası buluyor ama orda çalışmak istemiyor neyse arkadaşıyla birlikte hobbaaa kötü yollara Guido babanın emrinde çalışmaya.
İspanya'ya gittikten sonra Mesrine'in hayatı değişti. Evet Sophia adında bir kadın girdi hayatına 2 güzel çocuk verdi Mesrine'e ama hayatı tepetaklak oldu, iş konusunda da şansı yaver gitmeyince, napsın adam? Abi, bazen insanın kötü olmasını sağlayan tek şeyin başına gelen kötü olaylar olduğunu düşünüyorum ve bazı kötü insanlar malesef ki bu kötü olaylarla başa çıkabilecek kadar güçlü değiller ama siz adam öldürmeyi çok iyi bilirsiniz, hım hım.
Kötü adamları, kötü kadınları sevmişimdir ben, hep onların tarafındayım. Üstad Bukowski'nin de dediği gibi, onu tanımadan önce de kötü adamı seviyordum hala da severim.
Vincent ve Cecile -Jaques ve Jeanne- Kadın cool ve güzel ve alımlı ve zeki ve ağlamış

Film başta da dediğim gibi Fransız Scarface havasındaydı ama çok daha heyecanlısı, tamam tamam şaka yapıyorum sıkıcı değildi, hep bir olay vardı hani. Hollywood'u mu örnek aldın be yönetmen ya! Şöyle söyliyim, V.Cassel ve Cecile De France, döktürdünüz! Son sahne ağlatır.
Son olarak, Cecile de France'den başka o gözlük kimseye yakışmaz:
Bu yazımı okuyacak olan genç hukukçu Bötü'ye sesleniyorum, bu gözlükten al, almazsan da dene hani.





 Bir Cecile'e aşık oldum bir de arabalara ;


 Gidemedim; filmin bir de part2'si var L'ennemi public no1 diye o da yakındır, izlenir.

Çarşamba, Ağustos 22, 2012

Die Welle -Dalga- (Anarşi ve Diktatörlük üzerine başarılı bir Film)

Filme başlamadan önce Almanca bilenlerden rica ; Die Welle derken, die başa geliyor ok, artikel la bu diceksiniz peki neden Das Leben deyince das oluyor? Dalga ve yaşam sanırım birinin isim kökenli diğerinin de fiil kökenli olmasından kaynaklıyor* fikrim bu yönde hadi bakalım ayrıntılı açıklaması varsa yorum kısmını Adsız'a çeviriyorum, böylece paylaşım daha kolay olur.

Okula gelen Rainer adındaki hoca Anarşi dersini işlemek ister aslında bu bir projedir fakat okul yönetimi onu Otokrasi dersini işlemesi için görevlendirir. Rainer, özünde iyi bir öğretmendir, ayrıca su topu antrenörüdür. Öğrencilerin dikkatini çeken ve diktatörlüğü sorgulayan hoca, gittikçe egosunun kurbanı olmaya başlar. Sınıfa girdiğinde öğrenciler ayağa kalkar(Almanya'da öyle bir şey yok diye biliyorum), hocaya ismiyle değil de Herr(mr) Wenger diye seslenirler, öğrencilere tek vücut olmayı öğretmiştir Rainer,  üniforma görevi gören kıyafetler-beyaz gömlek kot pantolon- giyerler, logolar ve stickerlar hazırlarlar. Git gide çeteleşen öğrenciler diktatörlüğü sorgularken birden sistemin içine çekilmişlerdir, Rainer tarafından.
Muhteşem kurgusu ve iyi oyunculuğun bir arada olduğu; birkaç kelime almanca öğrenmeme katkı sağlayan bir filmdi. Filmi 1 yıldır izlemek için bekliyordum ki zaman iyi denk geldi. 1 yılı da beklememin sebebi sürekli bozulan bilgisayarım ve silinen arşivim.
Meşhur poster:!':^!'^+:%&/(

Yönetmene not: Bir konu ancak bu kadar farklı yollardan ele alınabilirdi, film yeterince başarılıydı, abartı yok. Her şey yeterince gerçekçi, based on true story etiketinin saçma olduğunu düşünüyorum, son sahne haricinde :)

Almanya'da sınıfın içinde hissediyorsunuz, olayların akışına bırakınca kendinizi, dehşete kapılıyorsunuz. İnsanlar nasıl bu hale gelebilir diye düşünmenize neden oluyor ki filmde bunun cevabı var.

Kendime not: Üniversiteye gideceğini biliyorum tabii bu bir ayı sağ salim atlatırsan, olaylar olaylar. Not'a gelecek olursam, üniversitenin sinema kulübü haricinde hiçbir gruba katılma, sinema kulübü ise kendine katabileceğin ve bildiğin birkaç küçük şeyi paylaşabileceğin bir ortam olduğu için tabii, orda da canavara dönüşeceksen eğer kendini akıl hastanesine kapat derim bro!

Sıkıldınız mı gençlik? Oysa ne güzel kaptırmış gidiyordum film film diye, araya giren yerleştirme sonuçları olmasa her şey daha güzel gidecekti, günde iki film yapıyordum ehe, arapça kursu işi yattı. Genç ve yeni evli bayan hocam eşinden izin koparamadı, scheiße!!! Bu yüzden biraz da moral bozukluğu falan, takmıyorum kafama bro bulurum kendime bir hoca, hı hı kolaydı. Görüşürüz gençlik.
Etnik filmler kuşağı yarıda kaldı, elimde film kalmadı, yenileri geliyor. İran'da A Seperation gelecek yakında da biliyorsunuzdur, 7 Avlu da izlemek istediklerim arasında, bakalım.
Ya da Anime yaparım, bu ara bir sürü anime attım bilgisayara, dizi olarak değil bildiğimiz film.
Sıkıldım uleen! Eea, yok bir şey.

Salı, Ağustos 21, 2012

Et Maintenant On Va Où, Where do we go now?, وهلّأ لوين؟ (u hellak le ven?) -Dokunaklı Savaş Karşıtı Film-

Etnik filmler izler misin? Etnik müzik dinler misin? Peki, hiç senin dışında yaşayan dünya hakkında bir şey merak ettin mi? Ne için savaştıklarını, nasıl aptallıklar yaptıklarını sorguladın mı?

Bu film Lübnan'daki dini olaylara, hatta dinlerarası şiddete göndermeler yapan, eğlenceli olduğu kadar dokunaklı bir film.
Bir grup kadının, köylerinde yaşayan müslümanlar ve hristiyanlar arasındaki çatışmaları engelleme mücadelesini anlatıyor bu film. Amal(Nadine Labaki) filmi hem yönetti hem oynadı ayıca filmin senaryosuna da katkıda bulunan bu mükemmel kadını ayakta alkışlıyorum, mükemmeldi film.
Film, birarada yaşayan insanların, kendilerinin hiç bir sorunu olmadığı halde radyodan ve televizyondan duydukları haberlerle küçük bir olayı büyütüp sorunlar yaratmalarını ve bu sorunların içinden sıyrılmalarını sağlayan kadınları anlatıyor. Bunu zaten söylemiştim ama asıl olaya gelecek olursam; bir annenin gözyaşlarına, insanlığın bittiği noktada küçük bir çocuğa bile şiddet uygulayabilecek kafalara, komik olaylara, vizonteleye benzediğini düşündüğüm sahnelere ve daha bir sürü şeye şahit olacaksınız.
Filmdeki müzikler arapça ve bu benim başımı döndürmeye yetti de arttı, iyi anlamda. Gözlerimi kapatıp şarkıyı çevirmeye çalıştım ki başarılı oldum! Hell Yeah beybii! Tamam sakinim. Duygusal parçalar da vardı eklesem iyi olacak.
Amal adlı hristiyan kızın, Rabih adlı müslüman gençle yakınlaşması sırasında çalan şarkı harikaydı. -dinlerini bilerek yazdım, film de zaten bu tip ayrımlara göndermeler yapıyor-
Neresini anlatsam ki filmin?
Köyde televizyon vardır ama çalışmıyordur, onu tamir eden genç mucidimiz -ki yılmaz erdoğan'ın vizontelede oynadığı karaktere çok benziyor- tv'yi çalıştırdıktan sonra, köy halkını tv'nin önünde toplar. Haberler denk gelince de köyün erkekleri haberleri izlemek ister, o sırada kadınlar gürültü patırtı ortamı yaratır ki erkekler iki din arasında yaşanan savaştan etkilenip tutuşmasınlar, o sırada yaşananları görmeni isterdim.
Radyoda haberleri dinlerlerken yine iç savaştan ve olaylardan bahsedilince de bir çözüm bulup radyoyu ortadan kaldırıyor kadınlar.
Kiliseye girip hoparlörü çalmaya çalışan genç adam merdivenden düşüp ahşap haç'ı kırınca, bunu bir müslümanın yaptığını düşünen hristiyanlar da -sadece erkekler- olayı büyütüp sorgulamadan kavga çıkarırlar.
Camiye giren keçiler camiyi mahvetmişlerdir, keçileri içeri salan kişinin bir hristiyan olduğunu düşünen köy sakini de olay çıkarır.
Sonunda köy muhtarının karısı Yvonne kiliseye girer ve Meryem Ana ile konuştuğunu iddia eder, bu "tatlı yalan" sohbet de görülmeye değerdi.
Köye gelen ve Rus olduklarını düşündüğüm kadınları da kendi taraflarına çeken zeki köylü kadınlar, güzel planlarına bu güzel kadınları alet etmek için kullanırlar iyi anlamda!!!
Nassim ve Roukoz, size bahsettiğim mucit gençler çapraz ateşe girerler ve Nassim vurulur, Nassim'in abisi Nassim'i vuran kişinin bir müslüman olduğunu düşünmesin diye annesi evin arkasında kuyuya saklar ölen oğlunu. Allah kahretsin ki ağlatır o sahne hele o şarkı, hepsini bulcam! Sonunda Nassim'in hastalandığını söyleyen kadın, bunu diğer kadınlardan saklayamaz elbette. Abisi ise gerçeği öğrendiğinde annesi tarafından vurulur, kötü bir şey yapmasın diye. Öyle bir film düşünün işte.
Takla, Nasim'in annesi kiliseye gider ve Meryem Ana'ya haykırır "oğlum sana emanetti sen neden onu bana sormadan alıyorsun buna hakkın var mı?!" diye, bu sahne hakkında diyecek bir şeyim yok, hiç duygusal değilim ama bir annenin feryadına dayanamam.
Sonunda kadınlar bir çare bulur; kek, börek, poaça yaparlar ve içlerine çeşitli sakinleştiriciler koyarlar, erkekler kendilerinden geçerler Rus kızları da güzelce dans ederler, o gece kimseye bir şey olmaz :)
Kadınların son hamlesi ise silahlar konusunda; erkeklerin sakladığı silahları bulup yok ettiler ki görülmeye değer :)
Son olarak, papaz ve imam köyü terk eder, bizim elimizden bir şey gelmedi şimdiye kadar fakat burda duran kadınlardan daha iyi bu köyü idare edebilecek kimseyi görmüyoruz diyip çekip giderler.

Evet sevgili dostlar dediğim gibi savaş karşıtı ve bol dokunaklı, mükemmel espri anlayışı olan bu film sizi bambaşka yerlere götürecek. İndirmek, izlemek isteyen mail atsın, twitten ulaşsın bir şekilde hallederiz.
Not: Dil fransızca, altyazı ingilizce.
Soundtracks - Şarkılar bunlar

Yammi - Et Maintenant On Va Ou  Bu ise yüreğinden bir tutam koparan

Diğer şarkılara haksızlık olduğunu düşünmeyin diye size youtube linki ; http://www.youtube.com/user/Camelia76800 adlı üyenin videolarında aynı başlıkla filmin çeşitli şarkılarını bulabilirsiniz, filmi arayıp bulamazsanız da iletişim kutusu yukarıda :) Eşek'in üstünde.

Kynodontas -Dehşete Düşüren İlginç Senaryolu Film-

Kynodontas, türkçe karşılığı köpek dişi.
Filmin konusu;
Karısı ve çocuklarını dışarıdan bağımsız hale getiren evi resmen izole eden, aile fertlerinin bağlantısını koparan bir adam. Kendi hapishanesini kurmuştur, ona göre ailesi için en güvenli ve sağlıklı yöntem budur. Eve getirdiği güvenlik görevlisi kadın Christina'yı oğluyla yatması için tutmaktadır, Christina eve göz bandıyla gelir ki evin yerini bilmesin, eve daha çok insan gelmesin. Evin etrafı dev çitlerle ve uzun boylu çalılıklarla kaplı. Bu evden kurtuluşun tek yolu ise köpekdişinizi kaybetmeniz.
Filmden not: Çıplaklık aşırı, kedi mide bulandırıcı, ensest ise tahammül noktasını aşan seviyedeydi. Çok çıplaklığa filmde tahammülüm olmaz diyenler izlemesin. Rahatsız eden sahnelerden biri de, bir toka karşılığında Christina'nın evin küçük kızından oral seks yapmasını istemeseydi ki bu da kızın sürekli dilini kullanarak karşılığında bir şey alacağını düşünmesine neden oldu.


Film başlarken bize deniz'den, yolculuk'tan bahseder ama bunları cümle içinde yanlış kullanılır. Çocuklarının tv, gazete, dergi izlemesine engel olan bir baba, kendi sözlüğünü de yaratmıştır. Deniz-koltuktur, yolculuksa sert zemin. Bu iki kelimeye bakacak olursak : denizi anlatmaya çalışırsanız hiç deniz görmemiş birine, ufukta biten masmavi birşeyden bahsedersiniz ki bittiğini söylemezsiniz çünkü uçsuz bucaksız bir görüntü vardır karşınızda bu da insanda bir nevi özgürlük hissi uyandırır ki gayet doğal. Yolculuk ise; nereye gittiğinizin bir önemi yoksa yine sonsuzdur, yol sizin gidebildiğiniz kadardır. Bu tip anlamlar yüklenmiş olan film gayet başarılıydı, genç kızın köpekdişinden kurtulması ve cinselliğin göze batması ise tahammül edebilmenizle ilgili.
Sıradışı konusu ve tahammülü zorlayan sahneleri ile bu film benden geçer not aldı -sanarsın ki eleştirmen. Vuhhuu bebek!
Şöyle ki, filmde annelerinin köpek doğuracağına, çeşitli oyunlarla yarıştırılıp sticker kazanan çocuklara rastlayacaksınız şaşırmayın. Filmde bir kez güldüklerini görmedim, gördüysem de görmezden geldim. Siz de evin içine hapsolmuş hissediyorsunuz ki yaptıkları saçmalıklara gülmek yerine dehşete kapılıyorsunuz, kapılmayın sakin olun ve isterseniz bahsettiğim sahneleri atlayın.
Anlattıkça anlatasım geliyor, sırf bu anlattıklarım yüzünden bile filmin büyüsü bozulmuş olabilir, kızmayın vurmayın küfretmeyin de hani.
Bayramınız kutlu olsun canlar.

Pazar, Ağustos 19, 2012

Madem Üniversiteye Gideceksin -

Madem üniversiteye gideceksin bunları yap-yapma ;
-Güzel arkadaşlıklar kur, kuramazsan da boş ver
-Kendinden çok bahsetme, sessiz sakin bilinmez olmak her zaman +'dır -bence
-Kendinden emin ol
-Siyasete bulaşma, diğer toplumsal saçmalıklar silsilesine de, örgütler, vakıflar, düzenbazlar ve diğerleri
-Sakın sigaraya başlama, öldürürüm olum seni! Kafanı kırarım! Sakın!
-Erasmus'la iki üniversiteden birine git, biri Köln'de. Aklında bulunsun, Köln'e gitme hayalleri kurduğunu biliyordum bu yüzden bunun için gerekirse kıçını yırt!
-Sevebileceğin bir kız bul ya da o seni bulsun aslında bundan bahsetmek saçma geliyor, kader kısmet diyip konuyu kapa.
-Bloga bunun dışında kişisel yazı yazma, yazarsan da adam gibi yaz, üniversiteli oldun ya bir farkın olsun
-Almanca'yı sular seller gibi konuşabilirsin ama grammar'i sakın unutma artikeller önemli kafanı dıp-tıs'layacak olan da artikeller
-Yapabiliyorsan yine Mersin'de Şehir Planlama için uğraş hani, uğraşma demiyorum hobi olarak yine uğraş, biliyorsun puanın kesilecek.
-Derslere asıl, ev deniz kıyısında olabilir, illa her akşam çıkmana da gerek yok biraz edepli ol evde oturmasını bil
-Dolaptan bir viski aşır öyle git euheueh bu en eğlenceli kısmı, çalmak değil ödünç alıyorum. Şaka bir yana istesem verirler mi ki bir şişe ballantines? Ailem? Anne?
-Korun
-Bira içerken foto çekilme, çekilirsen de sosyal ağlara atma atacaksan da... -şahsi görüşüm-
-Cin tonik tadı nasıl acaba diye merak et ama sakın içme
-Ev tutacaksan da sahil kenarı olsun, hep hayalini kurduğun gibi, balkonda oturup artikel öğrenmek denize almanca sövmek gibi hobilerin olsun, denize sövme ama yazık günah hani sen artikellerle kafa yorarken sahil kenarında öpüşenlere küfret almanca-arapça falan,
-Mersin'de arap var, bu yüzden kimin ne olduğunu bilmeden arapça küfretme
-Kuzenle birlikte kalacaksan ve kız arkadaşı da seni kabul ederse reddetme, bir şekilde sosyalleşmen için ilk adım olabilir ya da hiç alakası yoktur hani, dert etme
-Sinema kulübüne kaydol, kaydol dediğim de hani bir şekilde çaktırmadan kulüple ilgilen hani, aktiviteler senin elinden çıkacak hale gelsin -umarım bu kadar zamanın olur
-2013 Akdeniz Oyunlarını kaçırırsan kafanı duvara taşa ve bilimum yere vur,
Sporcularla tanışma fırsatı bulursan da, bişey yapma tanış hani, spor hakkında sohbetler, şakalar.
-Almancayı su gibi konuşan komşun olduğu halde, arapçayı su gibi yazıp okuyan anadili arapça olan komşun olduğu halde insanların müsait olmaması veya farklı sebeplerden sıçmana neden oldukları için, söv elinden bir şey gelmez ama şu arapça işini hallet ki Rusça'yı sıyır aradan.
-Fransızca da seviyorsun ama seçmeli olarak almak eğer zorlayacaksa? Bunu düşünmek için çok zamanın olacak
-Gez, toz gelecek sene ama sakın Almanca'yı öğrenmemezlik etme öyle bir lüksün yok
Almanca bilgisayar oyunu -Unreal Tournament3 ve bilimum bilgisayar oyunlarını Almanca oyna- sevdiğin şeylerle bütünleştir ki, günlük hayatının bir parçası haline gelsin
-Almanya'daki akrabalar, eş, dost kim varsa skype ile bağlantı kur, konuşacak duruma gel en azından, selam artikeller- korkmuyorum la sadece garip geliyor
-Bir daha bu kadar uzatma

Gosford Park -Cinayeti Uşak mı İşledi? Filmi-

Maggie Smith'i çok seven birini tanıyorum, hayran kendisine. Bu filmde hiç konuşmasa bile birşeyler katacağına emindim, gerçekten hayran kalınası oyuncu. Filmin kadrosu çok kalabalık, In the Loop'tan tanıdığım Tom Hollander da filmdeydi, dediğim gibi film kalabalık olduğu için ön plana çıkan kişi de yok, bu hoşuma gitti açıkçası. Harry Potter oyuncularını bu filme mi toplamışlar? Bir yanda Maggie Smith bir yanda Michael Gambon, dediğim gibi kadro sağlam.

Tea at four, dinner at eight, murder at midnight -
Filmin konusuna da değinecek olursam eğer, spoiler vermeden anlatmam gerek ;
Film bir davet ile toplanan zenginlerin ve onlar için hizmet eden alt tabakadaki(bu kelimeden nefret ediyorum) insanların birbiriyle alakalı olan ilginç ilişkilerini anlatıyor. Hizmetçisi olmadan insanların gözünde bir hiç olarak görünen leydi, bir aktör, birkaç lord, bir düzine hizmetçi. Toplanma sebeplerini pek anlamış değilim ama yedikleri yemekler, av partileri ve diğer bütün bu zengin işi olaylar acaba filmden ne çıkacak havası veriyordu.
Hizmetçiler dedikodu yapar, uşaklar ise ortalığı karıştırır. Kural bu. Bambaşka bir dünya, fantastik göründü gözüme 1932'lerde işlenen bir cinayet ve olayların git gide karmaşık hal alması, acaba cinayeti kim işledi? Uşak, hizmetçi, misafir, lord, leydi... Film boyunca değil ama adam öldükten sonra bu sorunun cevabını arayıp birkaç insandan şüphelenmeye başlamanız sonrasında hayal kırıklığı yaşamanız mümkün tabii, yanılacağınız için. Birinin ölmesi acaba sorunları çözer mi ya da sorunların çözülmesi için illa birinin ölmesi mi gerekiyordu?
Bu filmde bol entrika var, arka odalarda dar ve karanlık koridorlarda dönen, filmin cazibesi de burda sanırım ama beni yakalayan noktası cinayet işlendikten sonra karakter analizi yapıp başımı döndüren kalabalıktı.

Yönetmene not: Shortcuts'ı daha önce izlemem gerekirdi, zorunluluk değil ama en azından bu kadar çok karakter ve olayı insanları sıkmadan anlatabilmek, sanırım izlediğim çoğu filmin yönetmeni bunu başardığı için sevdim filmleri yoksa izleyip de yazmadığım birkaç film var ki utanç verici.
Not: Beğenmediğim filmleri ifşa etmemin ve karalamış gibi görünmenin bir anlamı yok "her çirkinin bi alıcısı vardır" gibi saçma sapan bir cümle kurmak istemezdim ama kurallar bu şekilde sanırım.

Sideways -Şarapseverler için Film-

Sideways, harddiskim tamamen silinmeden önce de listemdeydi. Film genel anlamıyla hoş izlenebilir biraz göz atalım bakalım.
Miles adında bir adam, bir roman yazar ve basılması için de yayınevlerine verir. Yazmaktan başka bir tutkusu daha var, şarap. Üniversitede oda arkadaşı olan Jack ise cumartesi günü evlenecektir. Sağdıç tabii ki Miles. 1 haftayı beraber şarap tadıp seyahat ederek geçiren ikilinin başlarına güzel olaylar gelir yol boyunca.
Film genel olarak iyiydi ama malesef üzerine konuşabileceğim ve bakın şurasında çok eğlendim, şu kısmına bayıldım şeklinde anlatamam. Olaylar çok sade kalıyordu, şarapseverler filme bayılacaktır. Ben şarap severim ama tabii param kadar. İçmişliğim pek yoktur, zaten kıro abilerimiz de "karı içkisi" yaftasını yapıştırmışlar sağolsunlar. Evde viski var. Belki bir adet yürütürüm ehe, kardeş görmesin bu yazıyı.
burda Pinot'yu anlatıyor ne güzel kaptırmış :')

Tek etkilendiğim nokta Miles'ın "o gece" Maya'ya Pinot'yu anlatmasıydı, o kadar güzel anlatıyordu ki hayran kalırsın, adam resmen kendinden bahsediyordu. Pinot ile özdeşleşmiş, bu kısım güzeldi.
Seyahat ediyorlardı filmde ama kesinlikle yol filmi değildi, yani otelde kalınır iki kadınla tanışılır ok? de yol filmi değil, sadece şarap kısmı güzeldi. Filmin pek bir beni izle diyen bir tarafı da yoktu hani, izlense de olur izlenmese de. Puan vermeyi sevmem ama sana puanım ters dohuz kanka yani 6.
Filmde Miles adlı karakterin ezikliğine, Jack adlı karakterin ise tam tersi tam bir piç ve kazanova olmasına dikkat çekilmiş. Bu iki zıt karakterin bir araya gelmiş olmaları filmin güzel noktasıydı. Hani seyirciyi yakalamayan ama gene de "izle bak seveceksin" diyen filmler olur ya onun gibi bir filmdi.

Yönetmene not: Konu çok sığ kalmış, karakter de az zaten, hani ok boğmuyor ama kendini izleten bir film değildi buna rağmen sıkılmamış olmam ise? Merak, belki. Verdiği tat güzeldi, ne biliyim.
Kendime not: Sana kendine Pinot gibi hissettirecek kızla evlen. Hatta direkt dudaklarına yapış.

Bu arada yanıldıysam düzeltin ama 107 ödül kazanmış olması? Ben beğenmedim hacı isterse 1000 olsun hitap edemedin Sideways üzgünüm, Miles ezikliğini al git, sürekli ajite ettin amk. Jack sen de illa adamı kazanova yapacan siktir et! Ödülleri görünce neye uğradığımı şaşırdım. Hakketmiyor.

Cumartesi, Ağustos 18, 2012

KAZANDIIIIIIĞĞĞĞMMMM!!!

Selam millet,
Uzun zamandır kişisel yazı yazmıyordum bloğuma ki bu çok kişisel bir tercihti. Film izleye izleye kültür mantarına dönüşen Eşek, dün akşam sularında aldığı haberle neye döndüğünü şaşırdı, nevri döndü, psikotik nevrotik ultrasonik şeyler yaşadı, abartıyorum hiçbiri olmadı.
Dün akşam oldu her şey;
Pastel, twitter'a yazmış AÇIKLAANNDDI diye, ben de 1dk sonra görmüşüm yazdığını. Telefonum çok güzel bişi, öyle güncelliyor ikide bir, ee velhasıl kelam. OSYM sayfası açıldı, kimlik numaram titreyen ellerle girildi, elektrik yeni kesilmişti ve yeni gelmişti. Bizimkiler yeni uykuya dalmıştı, her şey o kadar yeniydi ki, sanki yeni doğan çocuğun vaftiz edilişine şahit oluyormuşum gibiydi. Sayfa ultrahızlı açıldı. Mersin yazısını gördüm, ok ama mütercim tercümanlık almanca! Oha dedim, la olum bir yıldır peyzaj da peyzaj şehir bölge de şehir bölge diyen sen değil misin bu nasıl ilginçlik? dedim kendi kendime. Kalktım yatağımdan, annemin yanına gittim. "Anne, bak" diyorum sakin bir şekilde. "NE? NE OLDU?!" diye panik bizimki. Baktı kazanmışım, açtık ışıkları sarıldık birbirimize. Çok duygusal anlar o anlar, bir de insan düşününce böyle bir bakıyor geriye hani, neyse duygusala bağlamak istiyorum.
Size bir Sayısal öğrencisinin nasıl Tercümanlık kazandığını anlatan yazımı takdim etmekten gurur duyarım.
Not: Birkaç ingilizce deneme çözüldü yarım yamalak, buna rağmen kazandım, benimkisi hobi niyetiyle sınava girmekti. Mühendis olmak istemiyordum oysa Makine mühendisliğine yetiyordu puanım, bu yüzden üzgün değilim. Üzülürsem de şehir planlama için üzülürüm ama neyse ; Buyrun burda MATEMATİK LYS ve YABANCI DİL sınavına girişimi anlatan ultra şapşal yazı.
http://atyarisindakiesek.blogspot.com/2012/06/mut-ter-kardesler.html

Lonely Boy videosu olamayacak gibi, bir de KAZANDDIIIIĞĞM! diye bağırdığım bir video ekleyecektim. Yalancı değilim ben yahu, sadece biraz utangacım.

İzleyicilerime not : Bu zamana kadar dershane yazılarıyla kimilerini çıldırttım kimileri ise hep yanımdaydı, hala yanımdalar. Bir teşekkürü borç bilirim. Teşekkürler :')

Cuma, Ağustos 17, 2012

District 9 - Klasik Uzaylı Filmi Değil -

Dramatik filmlerden sıyrılıp kendimi bilimkurgunun serin sularına atmış bulunuyorum. District 9 -9. Bölge-'den bahsedeyim biraz, hem işim ne?
Konu olarak şöyle;
28 yıl önce gezegenimize inen uzay gemisi, kendisi küçük gezegen bile sayılabilir, beraberinde bize birkaç milyon misafir getirmiştir. 80s ah ulen 80s! dedirtti film, aktivistler ve bilimum insanlar ayaklandı ve uzaylıların "insanca" muameleme görmesi için elinden geleni yaptı. İnsanlardan uzak bir yerde küçük bir misafirhane niyetiyle, küçük bir şehir inşaa edildi ve sevgili karidesler filmdeki adlar "prawns" çeteler tarafından baskı altında tutulup, son teknoloji silahları ve diğer uzaylı teknolojileri ellerinden alında. Bu bölgeyi kontrol altına almak ve uzaylıları tahliye etmek için görevlendirilmiş olan Van der Merwe, burada pek hoş şeylerin dönmediğine şahit olur ve Christopher adındaki karidese bağımlı hale gelir. Nasıl geldi? Kim getirdi? Devamı için filmi izleyin, isterseniz anlatırım hani, şaka. Wikus Christopher'ın 20 yılda damıttığı 1 damla boğma uzaylı rakısını ziyan eder üzerine döker, bu rakı Wikus'u öyle bir çarpar ki tırnakları ve çeşitli dokuları dökülür. İyileşmek için Christopher'a bağımlıdır artık, Christopher da tüpün yerini bilen Wikus'a bağlı. Gemiyi uçurup lanet olası gezegenimizden gitmek için tabii ki, baktılar buralar iyice boka sardı adamlar kaçmak için denemedik yol bırakmadılar, pardon karidesler.
Filmden not: Bu kadar dalgaya aldığıma bakmayın, filmi Karidesler-İnsanlar ikileminden kurtarıp, mülteci hayatına ve "eğer sen evinden çok uzak bir yerde olsaydın, başının çaresine nasıl bakardın?" sorusunu yönelten bir film. Ben kesin kötü yola düşerdim, kötü yol dediğimiz illa? Yok oralar değil, mafyanın eline, hapse veya bir çetenin eline düşüp ondan sonra elebaşı olurdum. Ah ulen ah, aksiyonumu, hayalgücümü seveyim ben. Film bir de, vicdanı karides üzerinden sorgulamamıza neden oluyor aslında. Christopher 20 yıl boyunca dünyamızda başıboş gezmedi onun da bir ailesi var, ailesi için de canını tehlikeye atıyor ve aslında hem kendini hem de kolonisini yani kendi türünden olanların da hayatlarını riske atıyordu, bu kısmı çok saçma -kurşunlar üzerinize geliyor ve siz bir karidessiniz(dettay vermek istemiyorum) Wikus da bağırıyor uzaktan "oğlunu düşün Chris!" diye, oha karides hemen titreyip kendine geliyor. Yapma be yönetmenim ya! Bir de Wikus'un mala bağladığı, "bombalar içeri atılıyor, Wikus malı robota öyle bakıyor" Ah Wikus ah, film boyunca ömrümü yedin ulan!
Saçma olmayan ama güzel gönderme yapan nokta ise Wikus'un peşine düşen insanların Wikus'a bok atma yöntemleri. Adamın bir karidesle ilişkiye girdiği iddia edilen bir fotoğrafı döner televizyonda, siyasetçileri de bitirmenin yöntemlerinden değil midir, ahlak, etik? Dediğim gibi karides üzerinden ahlak-etik-vicdan gibi günlük hayatta karşılaşıp "ben olsam aynısını yapardım" mottosunu filmin bir köşesine iliştirmişler.
3 yıl sonra mı? amokachi be Wikus, dayan be oğlum, bu demek oluyor ki? Devam filmi mesajı uuh! 
Bakmayın öyle eleştirdiğimde, sonlara doğru resmen heyecan dorukta izledim filmi. Kopma olmadan, bol aksiyonlu, patlamalı, insan patlamaları dahil buna, basbayağı kanlı falan.
Not: Film bana Rec(2007)'yi hatırlattı, kamera düşüyor, ordan oraya savrulan kameraman hissi, bütün bunlar kendinizi filmin içindeymiş gibi hissetmenize neden oluyor. Şahsen bu filmde çok güzel kullanılmış, filmin hepsi handycam hissi vermiyor tabii sadece bazı sahneler.
Not2: Klasik uzaylı filmi değil dedim ya, klasik aslında yalan söyledim. Ufo diyebileceğimiz uzay gemisinden yayılan ışık evet o gerçekten uzaylı teknolojisi millet. Öyle çekiyor etraftaki cisimleri geminin içine.

Good Bye Lenin!

Good Bye Lenin, politik dram, en azından siyasi olaylar üzerinden giderek içimizi burkan, burnumuza kaçan kola asidi gibi yakan bir film. Öyle ki konusuna değinmem gerek, hakkında pek bir söz bırakmıyor aslında, üzerine konuşulacak filmlerden ama öyle garip bir his bırakıyor. Sanırım ben hala +7 yaş sınırını aşamadım, filmler çocuklar üzerinde olumsuz etki bırakabilir ibaresini görünce üzerime alınır oldum. Bu film de öyle bir filmdi işte.

Konu: Alex adındaki genç, idealist ve sosyalist annesinin kalp krizi geçirmesinden sonra annesinin komada kaldığı süre boyunca değişen Almanya'dan haberinin olmaması için inanılmaz çaba sarf eder. Bu öyle bir noktaya gelir ki kendi Tv Yayınını bile yapacak duruma gelir, çöpten turşu kavanozu aramaya aklınıza gelebilecek garip olaylar işte. Arada komik olaylar olsa da   filmde dramatik bir hava hakimdi. Film boyunca Berlin Duvarı'nın yıkılması, Almanya milli takımının dünya kupasını alması gibi olaylara da şahit olabiliyoruz.


Kendime not: İdeallerin uğruna bazı şeylerden vazgeçeceksen; bu vazgeçilecekler listesinde ailen olmasın.

L'illusionniste

"Sihirbaz diye bir şey yoktur."
Ben sihirbaz değilim, ilizyonistim.
Gibi mesajlarla gönlümü kazanan, sıcak, komik ama sıkıcı bir filmdi. 1 saat sürmesine rağmen geçmek bilmedi o bir saat. Dialogsuz olmasına rağmen izlenir ama sevemedim.



Perşembe, Ağustos 16, 2012

La Haine -Sistem Karşıtlığı ile İlgili Film-


"Bu film, çekimi sırasında ölen insanlara adanmıştır."

Bir grup gencin sisteme olan tepkilerini anlatan filmin konusu kısaca; 
Filmden -Sizi katiller bizde sadece taş var, bizi öldürmesi kolay, şeklinde başlar -Çeviri için raskolnikov'a teşekkürler-

Abdel adındaki genç polis tarafından öldüresiye dövülür ve hastaneye kaldırılır. Polislerden biri silahını banliyöde düşürmüştür. Silahı Abdel'in arkadaşı Vinz bulur ve Abdel öldüğü takdirde bir polisin canını alacağına yemin eder. Hubert, Sayid ve Vinz'in sistem içindeki düşüşünü ağır ağır ama merakla izleten, beklenmeyen finaliyle ise insanı dehşete düşüren, hay anasını!-şeklinde dehşete düşülüyor- bir film.
İzlediğim için pişman değilim, güzel mesajlar da filmin içine eklenmiş -sübliminal?- evet bunlardan bir kaçı ;

 Adamın biri 50. kattan aşağı düşüyormuş her bir kat geçtiğinde: "şimdiye kadar her şey yolunda" diyormuş. Önemli olan düşüş değildir, yere iniştir. -Bir olaya veya işe başlayacağınız zaman şu an ne yaptığınız önemli değil, önemli olanın sonuç olduğunu vurgulamış ve Hubert'in Vinz'i bir polisi vurmaması konusunda ikna çabasının ise temel taşlarından biri olmuştur bu hikaye.
Gelecek Sizsiniz -L'Avenir cest nous- yazısı görülür.
Le Monde est a vous -Dünya Sizin- yazısı da filmin bir iki yerinde görülüyor, sonlara doğru Sayid elindeki sprey tüpüyle "vous" kelimesindeki "v"yi silerek onun yerine "n" yazar, bu şekilde de mesaj Dünya Bizim'e dönüşür ki, Yevgeni Zamyatin'in "Biz" romanında ise tam tersi bireysellikten kopup teknolojiye ve devlete bağımlılık anlatılıyordu. Burda mesajın "Siz"den "Biz"e dönüşümü anlattığım şekilde bir dönüşüm değil gibi görünüyordu filmde.
Tuvaletteki adamın hikayesi de çok güzeldi, bunu da anlatmıyım izleyin en iyisi, adamın dediği bir cümle "Tanrıya inanıyor musunuz? Yanlış bir soru. Doğru olan ise Tanrı bize inanıyor mu?" vay anasını!
İşte böyle bir filmdi.
Oyunculuk konusunda ise elimizde bir adet Vincent Cassel var ama tek başına bir şey ifade etmiyor tabii, Hubert ve Said olmadan bir hiçsin adamım! Tabii ki denge önemli, yoksa ben şu oyuncuya bilmem kaç milyon dolar vereyim de film acaip hasılat yapsın mantığı da yoktu zaten, seviyorum
mesaj vermeye çalışıyordu gayet güzel de verdi mesajını son sahnesiyle.
17 yıl önce çekilen film canım ülkemin 2012'deki durumunu anlatıyor da "bakın, gelecekte bu hallere düşeceksiniz, polisler, ölen gençler-ölen polisler, taş atan çocuklar ve diğerleri..." yapmayın etmeyin demiş film.
Uzattım.

Bu arada sınav yarın açıklanabilir ama yarın da film izlicem tabii! Bir sınav sonuç yazısı, bir de mim benzeri çocukluğunda ne kadar hınzırdın yazısı bir de... şaka yazarım bir şeyler, özlediniz mi gençlik kişisel yazılarımı? 

Çarşamba, Ağustos 15, 2012

This is England -SAVAŞ KARŞITI, ANTI-RACHIST FILM-

Konu: Dostluk, savaş, ırkçılık, sahip olduklarımız, kaybettiklerimiz ; bunlar kelime olarak bir kaç şey ifade ediyor aslında yeterince şey ifade edebiliyorlar, tek başlarına bile anlamlılar. Biraz da içindekiler kısmından sıyrılıp gerçek konudan bahsedeyim ; Shaun adında bir çocuk, okulda itilip kakılır, dalga geçilir, okuldaki kötü bir gününden sonra Woody ve arkadaşlarıyla karşılaşır. Dost canlısı insanlar yaşça Shaun'dan büyük olsalar da genç arkadaşımızı kanatları arasına alırlar. Woody'i kendileri gibi giydirirler -skinhead- dazlak saç modeli, çeteye hoş geldin Shaun! Müthiş bir dostluk ve bağ oluşur bu grupla arasında, fakat Combo hapisten yeni çıkmıştır ve Shaun'u en zayıf noktasından, askerde kaybettiği babasından, vurur ve olaylar inanılmaz bir hal alır.
Yönetmene not: Irkçılığı bu kadar sıcak bir filmle anlatabilmek, tek kelimeyle inanılmaz. Filmin ilk 20 dk'sında gülüp eğlenirken ondan sonrasında ise "topla kendini eğlenmeye gelmedik, burada ciddi bir konuyu tartışıyoruz" havası esmeye başlarken denge inanılmaz bir şekilde sarsıldı. Şahsen kendi fikrim, ben inanılmaz sarsıldım, duygulandım, ağlayacak noktaya getirdi.
Film Little Miss Sunshine'dan sonra izlediğim en sıcak filmdi; mesajını gidilmesi gereken yere de ulaştırabilmeyi başarıyor, bunu da bize  savaşın çocuklar veya yetişkinler üzerindeki etkilerini, ırkçılığı, dostluğu, basit ama bir o kadar da uçuk karakterlerle , kafa karıştırmadan, kesinlikle filmden koparmadan anlattı.

Ben savaş karşıtıyım, bazı insanların pis politikalarına alet olan genç insanlar plastik torbalarda ailelerine gönderilmelerine, bir çerçevenin içinde bayrakla gönül avutmalarına ve diğer bütün lanet olası siyasi propagandalara karşıyım ; bu yüzden param olsaydı  askere gitmezdim, üzgün de değilim fakat para yerine fiziksel ve ruhsal anlamda kendimi askere gidebilecek durumda görmüyorum öyle olmasa dahi gitmezdim. Bu benim kendi fikrim. Filmden veya ordan burdan etkilenerek de konuşmuyorum, ha film etkilemişse yönetmen çok da güzel başarmış, tebrikler iyi seyirler.

Bu arada Hair(1979)-film incelemesi alt paragraf-'da da vietnam savaşını bir grup hippie'nin gözünden anlatıp muhteşem ve bir o kadar da "keşke olmasaydı" dedirten finaliyle, dostluğun anlamını, savaşın lanet bir şey olduğunu çok da güzel anlatan bir filmdi. Müzikal sevmiyor olsanız bile izleyin.
http://www.andycarrington.co.uk/#/this-is-england/4530413604 teşekkürler -

Following -Ters Köşe Film-

Bir Christopher Nolan filmi. Ayrıca Nolan'ın ilk uzun metraj filmi.
Konuya gelecek olursak;
Sürekli insanları takip edip onlardan yeni yazacağı hikaye için birkaç konu toplamaya çalışan bir adam, bir gün onca insan arasından rastgele seçtiği Cobb'la tanışır. Cobb hırsızlık yapıyordur ve bunu para için değil, aksiyon ve adrenalin için yaptığını iddaa ediyor tabii. Bill, Cobb'la tanıştıktan sonra hayatı monotonluğundan kurtulacak ve bambaşka bir ray üzerinde yol almaya başlayacak.
Kendime not: Asla bir hırsızla arkadaş olma, bunu aksiyon ve adrenalin için yaptığını söyleyip sempatik görünmeye çalışsa bile.
Filmden not: Cobb aslında insanların değerli eşyalarını değil, anılarını ve geçmişlerini çalıyordu. Bunu da kendince : Aslında sahip oldukları şeylerin farkına varmalarını sağlıyorum, bazı şeyleri alıyorum ama sahip oldukları şeyleri de fark etmelerini sağlıyorum, şeklinde açıklar.

Following oyuncularıyla, yönetmeniyle-senaristiyle*aynı kişiler, tamamen acemi filmi ama kesinlikle bunu hissettirmiyorlar. Acemilikten kasıt, ilk film olmasıydı. Sağlam senaryosu ile geleceği parlak bir yönetmenin piyasaya atıldığı sinyallerini vermiş zamanında.

Salı, Ağustos 14, 2012

Tyrannosaur -İBRET ALINASI!-

Filmin konusuna yine bir iki cümleyle değinip kendi izlenimlerimi ekliyim, her zamanki gibi;
Filme Joseph adındaki adamın, hayatı, tanrıyı ve insan ilişkilerini sorgulamasıyla başlıyoruz. Joseph, Hannah adlı kadınla karşılaşır, Hannah dindar ve evli bir kadındır, Joseph için dua eder. Joseph, Hannah'ın bu kadar dindar olmasına bi şekilde bozulur, çünkü hayatın ve tanrının adil olmadığı düşünüyor.
Film genel anlamda hayata bir eleştiri aslında. Söyleyecek çok şeyim vardı hepsi yok oldu, üzgünüm.
Paddy Considine'e olan hayranlığım kat kat arttı.
Tyrannosaur, neden Tyrannosaur? diye soracak olanlar filmde cevap alabilirler.
Oyuncular mükemmeldi.
Müzikler de.

Joseph'in söylediği ;
Yaptıklarımdan sonra insanlardan bir sürü mektup aldım, çoğunda "ben olsam aynısını yapardım" yazıyordu, hayır sen olsan düşünürsün, ben ise yaparım. Benle, senin dünyan arasındaki fark bu.
Tek kelimeyle mükemmeldi, her sahne tüyleri diken diken etmeye ve sizi sorgulamak için farklı kapılar açmaya çalışıyordu. Aslında bunu "biz tüylerinizi diken diken edip, hayatı sorgulamanız için uğraşmıyoruz, normalseniz bir şekilde etkileneceksiniz" mesajı vardı sanki.
Kadın-erkek ilişkileri, tanrı, pişmanlıklar, çaresizlik...
Lanet olsun ki fuckin' awesome, film!
Yönetmene not: Sevgili Paddy, yeni tanışıyor olmamız ya da en azından benim seni yeni tanımaya başlamış olmam büyük şans. Bu yeterince mutlu etti açıkçası, bu filmde Shane Meadows havası vardı, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz karakterler, olaylar ve ondan sonra her şeyin çorap söküğü gibi çözülmesi. Bu kurgu için mükemmeldi, 90dk'yı 2 saate çıkarıp seyirciyi karakterlerin detaylarıyla boğmaktansa asıl mesajın verilip noktalanması güzeldi. Gözlerinden öperim sevgili yönetmenim. Takipteyim.
Kendime not: Pişman olacağın şeyler yapma demek, sanırım Barbie'nin fantastik dünyasında turlamak gibi olurdu. Pişman olacağın şeyleri en aza indir. Hayat adil olmasa bile adil olması için lanet suratına iki adet çak, pişman olmak için daha çok gençsin, ileride pişman olacağın bir şey yapacak olursan da hatandan dönmeyi bil. Öperim gözlerinden
Dikkat! Filmi hamileler ve hamilelik riski olanlar, kalp hastaları, çocuklar, depresyonda olanlar, olmaya çalışanlar, intihara meyilli olanlar izlemesin.
İzleyebilecek olanlar; Pişman olanlar, tanrıyla arası kötü olanlar, karısını döven ve ona tecavüz eden o...çocukları, sevgilisiyle yatıp sevgilisinin çocuğuna piç muamelesi yapan piçler izlesin.
Listeden ayrı tuttuğum pek sevgili sinemaseverler ve duyarlı insanlar siz de izleyin ki o kadar pisliğin arasında adınız geçmesin maksat.

Dead Man's Shoes -DEHŞET FİLM!-

Anthony spastik engeli olan genç adam, Richard'ın kardeşi.
Richard askere gittikten sonra tek başına kalan Anthony'i koruyup kollayacak kimsesi kalmaz ve bir grup keşten kötü muamele görür ; taciz, dayak, zorla yaptırabileceğiniz her türlü hayvani işkence...
Richard askerden döner ve kardeşinin ölümüne neden olan bu orospu çocuklarını bir bir haklamaya başlar. Konu bu.

Filmden not: Film boyunca kendinizi seri katilli filmlerin karanlığındaymış gibi değil de farklı bir film izliyormuş gibi görüyorsunuz tabii olaylar bir süre sonra değişiyor, Richard'ın soğukkanlılığı da eklenince ortaya mükemmel bir film çıkmış, bir şey daha ekleyecek olursam ; filmi tek başıma izlesem ağlardım sanırım, beni dehşete sürükleyen şaheserlerden bir tanesi ve hala tüylerim diken diken. Lanet olsun ki eve ailevi bir nedenden dolayı sinirli gelip bile bile bu filmi seçmiş olmam, sinirli olduğum kişileri gölgede bırakıp maktül piçlere öfkelenip seri katilin tarafını tuttum. Dexter'dan sonra ilk defa oluyor, karşılaştırma yapmıyorum ama en iyi kötü adam sıfatını dizi kısmında Dexter, sinema kısmında ise Richard alıyor benim gözümde. Allah kahretsin ki hala dikenliyim, hala sinirliyim, umarım kendimi rüyamda seri katil olarak görürüm de biraz deşarj olurum.
Kendime not: Kardeş candır, bunu bildiğini biliyorum ama bu film de iki kardeş arasındaki bağın ne kadar kuvvetli olabileceğini bir kez daha vurguladı. Ben filmden onu anladım, suçlular cezasını çeker, yaptıklarının bedelini de en ağır şekilde öderler.
Müziklerden bahsetmeden geçemicem, İngiltere'nin muhteşem manzarası -hangi şehir olduğunu bilmiyorum-  ve pek haz etmesem de country müzik olduğunu düşündüğüm muhteşem bir parça eşliğinde başlıyor film.
Yönetmene not: Sevgili Shane Meadows, karakterler hakkında hiçbir şey bilmeden filmin yarısına gelmek rahatsız ediciydi, daha doğrusu detaylı karakter analizi yapamadan 90 dk ekrana kilitlenip olayları 3. göz gibi izlettirmek muhteşem bir zeka örneği. Tabii ki zekanızı övebilecek durumda bile olduğumu düşünmüyorum ama This is England'ı izlemek için yarını iple çekiyorum, sevgiler, saygılar.
Paddy Considine(Richard) yakın takibe alındı, en kısa zamanda Tyrannosaur izlenecek. İlk uzun metraj filmi, bu insanları seviyorum ben, ilk filmleri olup da muhteşem başarı yakalamayı başarabilen insanları.
Bu film hakkında çok çene çaldım, fazlasını hakediyor.

Pazartesi, Ağustos 13, 2012

Insomnia(1997) -Film-

Yönetmen Erik Skjoldbjærg yaptı, ben izledim. Film 1. sınıf polisiye romanı gibiydi. Her sahnesinde, acaba ne olacak? Katil kim?! Oha, olay git gide karmaşıklaşıyor! derken öyle bir yere geliyorsunuz ki katil ve polisin klasik cinayet filmlerinde gördüğümüz olaylarından farklı bir ilişki içinde olmaları da filmin cazibesini arttırmış diyebilirim. 
Film Christopher Nolan'ın da gözünden kaçmamış ve Al Pacino ile Robin Williams'ı aldığı gibi aynı senaryoyu 2002 yılında tekrar beyaz perdeye uyarlamış, aktarmış. Güzel mi yapmış? İzlemedim Nolan'ın elinden çıkanı ama kumalardan haz etmem.
Kendime not : Bu tür filmlerden etkileniyorsun, kızkardeşine verdiğin "dur daha olayı çözcez!" tepkisi de işin balı kaymağı, bu derece kendine bağlayan bir filmdi. Tekrar izlenecek kadar güzel.
Norveç filmleriyle devam eder miyim bilmiyorum ama şimdilik yeterli görünüyor gerçi bir iki araştırıyım sağlam adamlar güzel filmler yapıyor.

Oslo 31. August - Film -

Norveç'e gideceğimden bahsetmiştim, size soğuk ama bir o kadar güzel diyarlardan 2 film getirdim şimdilik. Önceki yazımdaki Reprise'a benzeyeceğini düşündüğüm ama birbirinden farklı hikayelerle ve farklı tekniklerle anlatılan bir film Oslo 31 August.
Anders Danielsen Lie(Reprise'daki Philip) Joachim Trier'in gözdesi, ehehe. Şaka tabii ama yönetmenlerin aynı oyuncuyla devam etme takıntılarına hayranım, kült filmlerin yönetmenlerinin alışkanlıklarını mı devam ettiriyorlar anlamadım. Guy Ritchie de Jason da Jason, adamı aksiyon filmlerinin 1 numaralı adamı haline getirdi sağolsun, Joachim Trier de umarım Anders'i güzel yerlere getirir. Gerçi her şey insanın kendisinde bitiyor..........----> PEEEH! Kalıplaşmışlardan nefret ederim.
Filmde Anders adındaki adamımız uyuşturucu bağımlısı, rehabilitasyondan sonra, temizlendikten sonra demek daha doğru olur, bir iş görüşmesine gider, bir de arkadaşlarıyla tekrar bir araya gelmeye çalışır. Uyuşturuculu filmler genelde mutlu bitmez, verdikleri mesaj ; uyuşturucuya başlayın ve kolayca bırakın yerine uyuşturucuya başlayın ve kolay ölün olduğu için sanırım. Hep bir ibret alma hikayesi görürüz, bu da pek farklı değil açıkçası ama bir Requiem for a Dream ibretliği beklemeyin. Genç adam Anders durumu toparlamaya çalışıyordu, filmin verdiği mesajlar çok güzeldi. Hayata dair eleştiriler vesaire, buraya yazmayı düşünmüyorum izleyin.


Kendime not: Uyuşturucu kötü bir şey, ağzını yüzünü patlatırım, sigara bile içme, alkol olabilir-kendini tutabiliyorsun, sarhoş olmayı sevmiyorsun çünkü denemedin bile-belki bir defa.
Yönetmene not: Son daha güzel bağlanabilirdi, hayrete düşürme fikri çok yumuşak kalmış ve seyirci hayrete düşmeyecektir bu şekilde, şahsen benim gibi katı kalpli bir adam bunu söylüyorsa, olmuş diyebiliriz.
Son olarak: ben bu şarkıyı Drive(2011) da sevmiştim, asansör sahnesinde, bir de bu filmde doğum günü partisinde çalınca oooh beybi durumları yaşattı -gördüğümü duyduğumu unutmam ama isimler çabuk unutulur-
 

Şarkı çok güzel, iyi geceler.

Pazar, Ağustos 12, 2012

Reprise -Film-

Konu;
Philip ve Eric iyi arkadaşlar, bu iki iyi arkadaş kitap yazmaya karar verirler. Kitapları sonbaharda yayınlanacaktır-
Norveç yapımı, Joachim Trier'in eseri ve güzel oyunculukla gerçekmiş gibi hissettirip yazar olmayı askıya almanıza neden olabilecek kadar dramatik bir film.

Siyah fotoya dikkat :)

Yeterince dramatik, hem senaryo olarak da sıradışı. Bana öyle geldi en azından, bilmiyorum açıkçası. Filmin başında, senaryonun tamamını anlatır ama siz sonunu merak edip izlemeye devam edersiniz. Ortalarına geldiğinizde ise flaşback sayılmasa da zamanda geri yolculuk ve tekrarlar yaşatıyor yönetmen, bu bazı yerlerde rahatsız etse de -kaçırılan replik, kaçırılan sahnelere yol açtı- genel anlamda yeterince mutlu bir filmdi, dramatik ve mutlu, üzgün ve mutlu gibi. Karışık!
Yönetmene not: Norveç filmlerine devam, Reprise'dan sonra Oslo 31. August izlenecek, belki de bugün. Yönetmen Joachim Trier'i saygıyla selamlayıp takipte olduğumu bildirmekten mutluluk duyuyorum, bu yazı Norveç'e ulaşır mı bilinmez ama Joachim Trier, devam.
Kendime not: Kari'yi oynayan oyuncu  -Victoria Winge- I love you!!!
Kari'yi sevdim ben.
Filme not: Philip'in psikotik nevronuzuna rağmen Kari'den vazgeçmemesi, mükemmeldi, belki de delilik! Bir insan kendine bunu neden yapar anlam veremedim, odunum ben. Eric'in ise Lillian'ı sevmesine rağmen sırf inandığı birtakım fikirler yüzünden ondan ayrılması hatta arkadaşlarını geride bırakıp ülkeyi terk etmesi, acımasızcaydı. En sevdiği yazarla tanışabilmiş olması güzeldi.
Ben filmi anlamadım mı yoksa çok mu sığ anlattım bilmiyorum ama  ne biliyim hem İstanbul'a yağmur da yağmış, oturun evinizde izleyin derim. 

Snatch. -Film-

Aksiyon filmleriyle birlikte, müzikli aksiyon filmi kategorisini uydurduğum için kendimle gurur duyuyorum. Yine bir Guy Ritchie filmi, bol şiddet, bol aksiyon,  komik dialoglar, komik olaylar ve tabii önceki film Lock Stock and Two Smoking Barrels den de hatırlayacağımız gibi olaylar yine bir yerlere bağlanıyor, yine kanlı şiddetli, önceki filmde de müzikler güzeldi.
Sevgili Guy Ritchie,
Bu güzel filmlere müzikleri seçen kişinin sen olduğunu düşünüyorum, umarım yanılmıyorumdur. Madonna gibi güzel bir kadınla evlenmiş olman da bu düşüncemi destekliyor açıkçası. Madonna'yla 2000 yılında evlenmişsiniz ama filmler 1999-2000 gibi yıllarda çekilmiş, vay anasını! Evet, sanırım ulaşmak istediğim nokta güzel müzikli aksiyon filmi yapmanın Madonna'yla evlenebilmek için gerekli olup olmayacağıydı? Nasıl bağladım ama, Guy? Tekliflere açığım, teşekkür ettim nays to mit ya!
Elimizde 3 yakışıklı var bunlardan biri çingene, biri elmaslı 4 parmaklı adam ve biri de acemi taze kan ve başını belaya sokmayı her şekilde başarabilen bir "dickhead" evet yine Jason Statham!






Konu şu;
86? karatlık bir elmasın peşine takılan bir yahudi, bir rus, bir de domuz çiftliği sahibi bir kodaman varmış. Bu adamlar öyle bir pisliğin içine düşerler ki, analarından hiç doğmamış olmayı dilerler!
Biraz not: Benicio karizmatik adamsın vesselam ama filmdeki ömrünün uzun olmaması üzücüydü,
Jason, sana söyleyecek lafım yok, hala silah kullanmayı öğretemedi bu yönetmenler, peh! Ama performansında iyileşme görülüyor, çekingenliğini atmışsın üstünden yiğido!
Brad, genç kızların sempatik yakışıklısı! Seni kıskanmıyor değilim ama 2012 yılındaki halini değil, tam 2000 yılındaki halini kıskanıyorum, filmi kurtaran kişisin, havalısın, filme 10 numara adam lazımsa senden başkası olmamalıydı zaten.
İyi seyirler.
Kendime notlar: Norveç yapımı filmlerle ilgilendiğini biliyorum bu aralar, altyazı sorununu çöz ve müzikli aksiyon filmi izlemeyi bırak, ha kötü mü? Değil tabii ama Hollywood'tan nefret eden bir bünye İngiliz yapımı filmlerden sonra okyanusu aşıp Amerikan yapımı, bol şiddetli, dandik müzikli ve anlamsız derecede çıplaklık dolu filmlerle karşılaşabilirsin bunu kendine yapma evlat, öperim gözlerimden.
Piyasaya not: Film eleştirmeni olmayı düşünüyorum ama filmi anlatmak çok sıkıcı, onun yerine öyle garip olaylardan bahsediyim ki maç anlatan spikerin yaptığı gibi giydiği ilk krampondan yattığı ilk kıza kadar her şeyi anlatabilirim, paraya ihtiyacım yok.
SOUNDTRACK! : http://www.imdb.com/title/tt0208092/soundtrack

Cumartesi, Ağustos 11, 2012

Lock, Stock and Two Smoking Barrels -Film-

Konu şöyle, şart oldu ya hani ;
Adamlar bunlar.
 4 adamımız var ve kumar masasına oturabilmek için 100bin kraliçeli paradan-sterlin?- toplarlar. Masa 100binden açılıyor. Şahin K'ya rakip Harry abimiz de bu adamları katakulliye getirir ve adamımız 500bin borçla kalkar masadan. 1 hafta sonra parayı getirmezse geciktirdiği her gün için bir parmak feda etmek zorunda kalacaklar, arkadaşları dahil. Adamlar ne yapıp edip bi plan bulmaya çalışırlar-
Bundan sonrası spoiler'e gidiyordu üzgünüm.
Aksiyon seven biriyseniz eğer kaçırılmaması gereken filmlerden, kafa yormanıza gerek yok, komik bile sayılabilir, kan, şiddet ve diğer olumsuz örnek oluşturabilecek her türlü öğe de var içinde. Benim en sevdiğim kısmıysa senaryo ve müzik, oyunculuğu geçtim elimizde bir adet acemi Jason Statham var evet şu filmlerinde kızları götüren, elindeki silahı kullanmaktan çekinmeyen kel ve kaslı biri, kel ve kaslı diyince aklıma çeşitli karakterler gelse de Jason Statham bu filmde acemisin evlat! Filmde silah bile kullanamıyor! Bu bir aksiyon filmi ve muhtemelen Guy Ritchie de ısınman için seni listeye dahil etmiş olabilir, evet iyi yapmış. Bir Taşıyıcı, bir Tetikçi kolay yetişmiyor. Zamanım olsa Snatch.'i de izlerdim, bu kez Guy abimiz kadroya yine bizim acemiyi dahil etmiş, hem de Bradd Pitt ve Benicio Del Toro abileriyle oynamış. Vay anasını! Tabii iyi oyuncular da var ama dikkatimi çeken buydu kızlar, üzgünüm.
Kendime not : Müzikli film diye diye müzikli aksiyon filmi bile buldun ya, helal olsun abicim, gözlerinden öperim, hayırlı işler.
Müzikler şurda ---> http://www.imdb.com/title/tt0120735/soundtrack

Bu arada bugünlerde biraz karışığım, filmlerle kafayı sıyırdığımı düşünmeyin. İyiyim ben.

Perşembe, Ağustos 09, 2012

High Fidelity -Film-


İçinde müzik olan filmleri seviyorum ama müzikal dediğimiz şeyler konusunda seçiciyim ben. Bu film müzikal değil. Müzikli-film ya da teknik anlamda adı her neyse. Kültür adına tek bir damla kırıntım yok, terimler konusunda. John Cusack oynamış, ben de izlemişim. Çok hoştu film, romantik kısmı ağır basmış olsa da güzeldi. Buna rağmen güzeldi hatta çünkü romantizm ve o tür şeylerin film içinde olmasının gerçekçi olduğunu düşünmüyorum. Bu filmde durum farklıydı, o kadar gerçekti ki, filmdeki adıyla Rob(John Cusack) kameraya bakıp size eski sevgilililerinden bahsediyor. Bahsederken de ayrıntıları sizi sıkmadan anlatıyor, teker teker. Flashbackler yaşatıyor, Barry(Jack Black) adındaki arkadaşı da işin komedi tarafıydı. Acayip eğlendim diyemem ama dediğim gibi, müzikli-romantik-komik.
Kendime not : Catherine Zeta-Jones'u gördüğünde, kaç yaşında olursa olsun, tereddüt etmeden dudaklarına yapış. Aynen şu şekilde :') :

Ya da şu şekilde de olabilir T_T, bu kadını seviyorum! 

The Boat That Rocked -Film BOMBAAA!-




Bu film, 1966'nın İngiltere'sinde korsan radyo yayını yapan bir gemiyi anlatıyor. Konu bu.
Ve bu film şimdiden izlediğim en güzel en komik en eğlenceli en duygusal en romantik en seksi en ateşli en bombastik en epik film olmayı başardı bile, epik? anlamını bilmeseaym de çok güzel bir filmdi.
Little Miss Sunshine'dan sonra mutlu olmak için izleyebileceğim hatta her gün izleyebileceğim bir film olmayı başardı. Çok sevdim, mürettebatla birlikte o ana tanık olmak, ne biliyim, aradaki tatlı çekişmeler, muhteşem cumartesiler, harika kutlamalar, sürpriz. Bu film birden fazla şey, beklentileriniz tavan yapmış olabilir ama sesli gülmek ve sesli küfretmek için sabah tekrar izlicem, millet rahatsız olmasın diye içime attım  bir de notum var ;
Radyo Rock yenilmez, Radyo Rock ezilmez ; çünkü Radyo Rock hayat dolu çünkü Radyo Rock müzik dolu!
Rock'n Roll'u hissedeceksiniz millet! Şarkılar mükemmeldi doğal olarak. Her olaya bir şarkı, her karakterle uyumlu bir şarkı çalması, hele bunu radyo aracılığıyla yapıp 30 milyon insanı kendilerine hayran bırakmaları, Sikerim böyle işi adamım!!!
Rock seven biriyseniz de ne bekliyorsunuz? İzleyin edepsizler!

Kendime not : Her mutlu olmak istediğinde bu filmi izle-

Salı, Ağustos 07, 2012

Science of Sleep -Film-


6 yaşından beri rüya ile gerçeği ayırt edemeyen Stephan babasının ölümünden sonra Fransa'ya, annesinin yanına, dönmek zorunda kalır. Kapı komşusu olan Stepahanie ve onun yakın arkadaşı Zoe ile tanışan Stephan'ın hayatı, annesinin bulduğu işle de daha karmaşık hale gelecektir. Stephan Zoe ile Stephanie arasında gelgitler yaşar, Stephanie'nin ondan hoşlandığından emin olamaz bir türlü. Öyle ki gittikçe karmaşık bir hal alan rüyaları, aşık olduğu kadına göstermek için inanılmaz bir çaba sarf eder.
Konumuz öyle. Kendi yorumuma gelecek olursam eğer ;
Film yeterince sıradışı, sıradışı filmleri sevdiğim için bu filmi de sevmiş olabilirim. Dün de zaten rüya ile gerçek arasında sıkışıp kalmamın sonucu olarak bu filmi izlemeye karar vermiş olmam da inanılmaz bir tesadüf. Bazen size de oluyor mu? Rüyanızda gördüğünüz bir şeyi o kadar gerçek yaşarsınız ki, duyularınız bile harekete geçer o anda, hissedersiniz ve bu hissi hiçbir şeye değişemez uyanmak istemezsiniz. Bana arada bir oluyor. Keşke uyanmasaydım! Lanet olsun! Diye gelecekte yapacağım şeyleri rüyamda bitirmiş olmanın hazzını yaşamaya devam etmek isterdim ama malesef ki uyanıyoruz.
Son olarak;
"Aşk ve tereddüt aynı cümlede kullanılıyorsa, hayatınız cehenneme dönmeye başlamış demektir, tereddüt etmeyi bırakıp ne yapacağınıza karar vermekten başka seçeneğiniz yoktur bu saatten sonra." bu da filmin özeti.
Son olarak 2 ;
Ben bu filmi izlemiştim, Stephan'ın zaman makinesinden ve Golden Pony'den hatırladım filmi. Nerde izlemiştim? Ne zaman izlemiştim? Hiçbir fikrim yok! Lanet...

I'm a Cyborg but That's OK! -Film-


OldBoy'un yönetmeni Chan-Wook Park'tan duygusal ve bir o kadar sıradışı bir film.
Konusuna değinecek olursam, kendisini cyborg(insan görünümlü robot-basit anlam-) sanan genç bir kızın başına gelen sıradışı olaylar. Akıl hastanesine kapatılan büyükannesinin ardından, çalıştığı fabrikada intihara kalkışması nedeniyle  güzel kız Young-goon da akıl hastanesine kapatılır. Genç kız cyborg olduğuna inanmakta fakat bunu annesinden başka kimse bilmemektedir. Yemek yememek için direnen, yerse bozulacağına genç kız akıl hastanesinde tanıştığı sıradışı insanlarla kaynaşır ve ondan sonrası ise olaylar işte. Park il-sun adındaki genç adamın kızı farketmesiyle başlayan olaylar, filmin sonuna kadar bu güzel birlikteliğin ve verilen güzel mesajlarla süslenmiş. Sıradışı görünse de film monoton hayatımıza göndermeler yapıyor -filmdeki 7 günahtan biri: Bitkinlik Yasak. Bunun gibi mesajlar da kondurulmuş böylece tadından yenmeyen muhteşem olmasa da hoş ve kaliteli bi film ortaya çıkmış. Oldboy'u izledim mükemmeldi, Vengeance serisini izleyen birini tanıyorum o da serinin mükemmelliğini anlatır durur Chan-Wook adını duyunca fakat bu film diğerlerine göre aşırı normal kalıyor ya da bana öyle gelmiştir, normallik terazim sanırım biraz şaşırmış durumda. Dediğim gibi yeterince sıradışı ama ince mesajlarla fazlasıyla içimizden biri bu film.
Filmde şarkı söyleyen ve çocuk korosuna alınmadığı için 31 yıldır şarkı söyleyen kadının sesine hayran kaldım, ve il-sun'un da sesi güzeldi. Müzikler genel anlamıyla sakin ve huzurluydu, hoş.
İyi seyirler.

Dipnot: Kore hayranı genç kızlar için ;)
Rain (Jung Jihoon)

Pazartesi, Ağustos 06, 2012

City Island -Film-


Filmin direkt konusuna girecek olursam ;
Küçük bir adada yaşayan sıradan görünen ama bir o kadar da sorunlu bir ailenin hikayesi. Ailenin bütün fertlerinin sırları var ve bu sırlar gizli kaldıkça büyüyüp sıkıntılı hale gelmeye başlıyor ne yazık ki.
Filmin son anları haricinde pek bir kopma noktası veya dur şurda bir değişiklik olsun da neşemiz yerine gelsin diye beklemeyin. Son çok güzel bağlanmış ama sırf sonunu görmek için izlenebilir.
Lars and the Real Girl'de izlemiştim Emily Mortimer'i, iyi oyuncu, City Island filminin de anahtar noktası.
Andy Garcia, ne yazık ki Godfather serisini izleyemedim ama Ocean's serisindeki Terry Benedict rolüyle sevdirmişti kendisini, diğer filmleri de izlenir adam işinin hakkını veriyor.
Uzatmanın anlamı yok, diğerlerine haksızlık oluyorsa da kusura bakmayın gençler.
Konu  - 6/10
Oyunculuk - 7/10
Müzikler - 8/10
Vakit geçirmek için izlenmez, boş zamanınızda ise takılın ya kafanıza göre.